Müzikal Bağı altında sahne sanatlarının çeşitli taraflarından çok kıymetli arkadaşlarıma yer vereceğimi söylemiştim.
Bu bölümün ilk konuğu, her oyununda ellerim patlarcasına alkışladığım, yeteneği, disiplini, enerjisiyle, samimi, dürüst, ilkeli ve çalışkan karakteriyle bir örnek teşkil eden, bana Avenue Q müzikalini sevdiren kıymetli insan Defne Koldaş.
Defne’ye beni kırmadığı, bu adı sanı duyulmamış blogda ilk röportaj olarak yer alma alçak gönüllülüğünü gösterdiği için teşekkür ediyorum. Genç ve parlak beyinli bir oyuncuyu daha yakından tanımak isteyenleri altta çok keyifli bir söyleşi bekliyor .
Defne, bizimle bir araya geldiğin için sanat meraklıları olarak sana öncelikle çok teşekkür ederiz. Bize biraz kendinden bahseder misin? Müzik, müzikal, sahneyle, tiyatroyla bağını ne zaman keşfettin? Sahne sanatları tek eğitimin mi? Ana eğitimin mi?
Ressam bir baba ve oyuncu bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. Hem anne hem baba tarafımın ailelerinde müzik ve sanat eğitimi mevcut ama genelde ana eğitimleri, bilim alanında olmuş büyüklerimin. Piyano çalınıp şarkı söylenen bir evde büyümeme rağmen, 15 yaşıma dek sanatla pek ilgilenmemiş, baleye devam etmemiş, piyano dersini yarıda bırakmış ve psikolog olmaya karar vermiş biriydim. Ancak Saint Michel’deki modern dans grubu Les Chats de Saint Michel’ e girdim ve sonrasında Şirvan Akan ile tanışıp amatör tiyatro hayatıma başladım, o günden beri de sahnedeyim. Annem, oyunculuk eğitimimi yurt dışında almam konusunda ısrarlı davranınca, Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünü bitirdim, ardından Londra’da Royal CSSD’de (The Royal Central School of Speech and Drama) müzikal oyunculuk yüksek lisansımı tamamladım, bunların yanı sıra da Kevin Spacey, Alison Hodge gibi isimlerin ve Uluslararası Michael Chekhov kurumunun atölye çalışmalarına katıldım.
Sonra Türkiye’ye döndün. Bugüne dek Türkiye’de oynadığın oyunlardan bahsedelim biraz.
Yeni yazılmış tekstlerin yanı sıra, Meymenetsiz Musibet’te, kısa Brecht oyunlarında ve Talimhane Tiyatrosu bünyesinde Shrek, Seni Seviyorum Mükemmelsin Şimdi Değiş, Taksim Meydanı gibi müzikallerde oynadım. Aksanat’ta Aile Ağacı adlı çocuk oyununda oynadım bir buçuk sezon kadar. Şimdi de Yoldan Çıkan Oyun ve Kamamber’ de sahne alıyorum.
Peki bu yılki devam eden projelerini nerede görebiliriz? Bu projelerde kimlerle çalışıyorsun?
2015-2016 Sezonunda Zorlu PSM’de hem Seni Seviyorum Mükemmelsin Şimdi Değiş hem de Yoldan Çıkan Oyun devam etmekte, aynı zamanda Maya Sahnesi’nde Kamamber’ e devam ediyoruz. 2012’den beri Şirvan Akan, Mehmet Ergen ve Lerzan Pamir ile çalışıyorum.
Nedret Avşar, KRT Kültür TV’de hazırlayıp sunduğu Sahne İstanbul programında seninle Kamamber ile ilgili bir röportaj yapmıştı. Onu da buradan yayınlayıp kendisine teşekkürlerimizi iletelim.
Ekip arkadaşlarınla bir araya geldiğinizde ilk önce ne yaparsınız?
Genelde proje bazlı çalışıyoruz, ama ekip işlerinde de genelde toplu ısınmalar, oyunlarla başlıyoruz ilk günlere. Birbirimizi tanımak, birbirimizin ritmini, tavrını, alanlarımızı tanımak için çok gerekli bu oyunlar ve egzersizler. Sonra masa başına geçip tekst üzerine çalışmalara başlarız. Sonra da teksti ayağa kaldırma kısmına geçeriz. Her yönetmenin her ekibin çalışma yöntemi değişir, her oyuncunun ihtiyacı da öyle; bir aşamadan sonra herkes kendine göre bir çalışma düzenine geçer.
Doğrudur. Sahneden evvel bir ritüelin var mı?
Pek çok. Mutlaka ısınırım, ısınma deyince herkeste bir kültür-fizik hareketleri silsilesi canlanıyor ama bu çok yetersiz bir bakış açısı ne yazık ki. Sokaktan gelip de sadece jimnastik yaparak bir oyuna hazırlanmak bana yetmiyor, ne yaparsam yapayım kendime ait bir alan ve bir sürece ihtiyaç duyuyorum. Bu her oyuncunun ihtiyaç duyacağı bir şey olamayabilir tabi. Ben ısınmamı, konsantrasyon çalışmalarımı yapmazsam, kendimi yetersiz hissederim. Her günün ruhsal ya da fiziksel ihtiyacı da farklı olduğu için, her oyun öncesi ısınma rutinlerim ve seçtiğim müziklerim, hatta bazen ısınmak için seçtiğim alan bile değişiyor. O gün bu kızın neye ihtiyacı varsa ona göre bir ısınma planı uyguluyorum.
Genel hazırlık ritüeli söylediğin üzere, güne ve ihtiyaca göre değişse de sahne öncesi muhakkak yaptığın bir egzersiz vardır, değil mi?
Mutlaka kendime uygun yoga akışımı yaparım, bunu yaparken mutlaka ses egzersizlerimi yapıyorum. Gerçi bütün ısınmam beden ve sesi aynı anda çalıştırmak üzerine kurulu, matımın üzerinde türlü şaklabanlıklar diyelim :).
İnsanlar sanır ki sahnedeki o 3 saatle her şey bitiyor. Oysa önü arkası, çalışması, provası, okuması, analizi… Yani sahne sanatlarında profesyonelleşen her insan için bazılarının fiks olarak beyanatı haline gelen “aman canım 3 saat sahneye çıkıyorlar altı üstü, böyle para kazanmakta ne var” cümlesi aslında sadece bir cehalet göstergesi, değil mi?
Keşke “böyle para kazanmakta ne var” olsaydı, tabi çok tatlı! Bir oyuncunun tiyatrodan para kazanması neredeyse imkansız, normal bir maaşa yaklaşmak için üç oyun ve iki okulun yanı sıra, proje bazlı kısa süreli işlere de “evet” diyorum.
Maddi kısmın dışında yine de cehalet demek istemem, her işin kendine göre zorluğu var, ben bedenimle çalışmayı, ekip ruhunu, adrenalini seviyorum, enteresan çalışma saatleri ve garantisiz bir hayatla başa çıkabiliyorum. Ama ben de masa başı işine ayak uyduramazdım veya ay sonu kurumsal streslere gelemezdim filan herhalde. Yani herkesin her işin inceliklerini bilmesine imkan yok, bazı insana bazı meslekler zor ve külfetli, bazısına da basit ve eğlenceli gelebilir aslında.
Üstelik sadece sahneye çıkıp oynamıyorsunuz tabii. Bizzat ben, dekor hazırladığınız, boyadığınız zamanları da bilirim ve belki bu birçok oyuncu ve sahne gönüllüsü için geçerlidir?
Türkiye’de evet; sahne sanatlarının işletme, tasarım, uygulama gibi alanlarında uzmanlaşma yok maalesef. Ustalar ve çıraklar üzerinden yürüyen bir sistem var ve bu oyunculukta da geçerli. Eğitimde bir kurumsallaşma yok. Literatürün muhafazası, öğrencilere, gençlere ulaşabilmesi, bol bol pratik yapılabilecek yaratıcı alanların (hem maddi hem de manevi olarak bağımsız) varlığı konusunda sıkıntılıyız. Fakat bunun ötesinde ben bir oyuncunun malzeme ve ışık bilgisi olması gerekliliğine inanıyorum açıkçası, o açıdan dekor da, ışık da, koreografi de, reji asistanlığı da yapmış, ses ve ışık masasında işin teknik kısmına da değmiş bir olmanın bana artısı olduğunu düşünüyorum. Işık yapılırken, koreografi öğretilirken, dekor kurulurken işin o tarafını da bildiğim için daha işe yarar bir şahısa dönüştüğümü düşünüyorum 🙂
Haklısın. Peki Defne, sahne sanatlarıyla uğraşan insanların fiziği konusu hep gündemdedir. Bu tartışma, güzellik-sağlık ekseninde gider gelir. Aslında profesyonel olarak şarkı söyleyen oyuncuların bedenlerinin zaten güçlü olması gerekir falan… Değil mi?
Evet, kesinlikle, görünüşten ziyade malzemeni tanımak, bilmek, dönüştürebilmek, tam kapasiteyle kullanabilmek için mecbur olduğumuzu düşünüyorum. Ayrıca güzel, huzurlu ve rahat bir yaşlılık geçirmek istiyorum 🙂
İnsanlar bu tip mesleklerdeki insanların hayatları ve günlük alışkanlıklarını hep merak eder. Sanki sizin bir eviniz yokmuş, uzaydan gelmişsiniz gibi sizlerin evde hepimiz gibi işlerinizi yapmanızı falan muazzam değişik bir davranış olarak değerlendirirler ! Sabahları kalktığında ilk ne yaparsın? Ortalama günün nasıl geçer?
Oyun günü değilse ve hava fena değilse yürüyüş, sonra evde kahvaltı, bazen sırası değişebilir tabi bunun. Evi toplamadan çıkamam maalesef, mutlaka gece gelince bulmak istediğim gibi bırakmak için bir derleme toplama zamanı ayırırım acele işim yoksa. Hali hazırda bir prova sürecinde değilsem, kendime iş yaratırım, dikiş de olabilir, çeviri de olabilir, resim de olabilir, oyun okuyup hayal kurmaca da olabilir. 5-6 ayda bir egzersiz defterlerimi temize çeker kendime notlar alırım. Ama şu sıra çok koşturmaca olduğu için yürüyüşlerimi işe giderken aradan çıkarmak adına, her yere yürüyerek gitmeye çabalıyorum, belli ki yaza kadar ne bir dikiş ne de bir defteri temize çekme görünmüyor bana.
Dikiş güzelmiş ama. Ben de severim dikişi. Çocukken teyzemle Burda Dergisi’nden kalıp çıkarır, elbise, oyuncak vs dikerdik. Her aşamasında çalışmışlığım çoktur. Ancak bu olay, günlük hayatta resmen lüks bir hobiye dönüşüyor. Benceki resmen fantezi halini aldı artık ! Neyse…
Sahne sanatlarıyla uğraşan insan için dil bilmek önemlidir herhalde? Neden peki?
Önemli, çünkü bu meslekte oyunların çevrilmesini beklemek gibi bir lüksümüz ya da zamanımız olmadığını düşünüyorum. Ayrıca teknik ve teorik kaynakların çok azı dilimize çevrildiği için bu konuda da çok şey kaçırdığımızı düşünüyorum.
Kendi mekanın olsun ister misin?
İstemem, inanılmaz zor ve bambaşka bir zaman, fedakarlık ve bilgi gerektiriyor, hem oyuncu olup, mesleğini huzurla icra edebilip hem de kendi mekanına sahip olmak imkansıza yakın bence ülkemiz koşullarında.
Sen de yazıyor musun bir şeyler?
Kendime kadar. Bir kere denedim, hiç olmadı bence. Kendime hatırlatma yapmayı, anları, hisleri kendime kendimin anlayacağı şekilde kart atmayı seviyorum ama bence o kendimle aramda kalsın :))
Tamamdır 🙂 Sese geçelim o vakit. Hangi ses grubundasın? Bir enstrüman, çalgı aleti olsan, ne olurdun sence?
Alto saksofon olurdum. Ses grubu olarak kendimi bir yere koymam, alto da soprano da söyledim, klasik şancı değilsek ve klasik eserlerde söylemiyorsak, pek de bir manası yok bence kendini gruplandırmanın. Bu cümleyi; her hocası tarafından başka bir ses grubuna yönelik çalıştırılmış biri olarak söylediğimi de belirtmek isterim.
Müzikle bir rengi bağdaştırsan? Aklına hangi renk geliyor?
Mavi ya da yeşil.
Peki müzikalle ünlü bir bir tabloyu bağdaştır desem?
Rafael – Atina Okulu.
En beğendiğin müzikaller listende ilk 3?
Last Five Years, Next to Normal, Wild Party (Lippa versiyonu)
O zaman en beğendiğin 3 müzikal oyuncusu? Cinsiyet farketmeksizin!
Buna cevap verebilecek kadar çok müzikal oyuncusu izlediğimi düşünmüyorum.
Hastasıyım dediğin şarkıcı müzisyenler?
Lalah Hathaway, Beate Lech, Jeff Buckley, Michael’lar Stevie’ler tabii ki, Michael Bublé, Nina ve tabi ki Ella, George Benson, ay kim bilir kimleri unuttum listesi oldu bu.
İdolümdür dediğin oyuncular?
İdollük gibi bir kavramım yok sanırım. Samimiyetin ve gerçekliğin peşinden giden herkesten çok etkileniyorum, herkesten çok şey öğrenebileceğimi sanıyorum, disiplinli ve kendine saygılı herkese hemen hayran kalıyorum.
Önüme her çıktığında izlerim dediğin film?
Film izlemek benim için yorucu bir aktivite, sanırım çok az film izledim bu hayatta ve çok tembelim bu konuda, iddialı değilim o yüzden ama Big Fish olsa bir takılırım herhalde 20 dakika kadar.
Türkiye bir müzikal olsa ismi ne olur? Ya bir müzikale benzetsen hangisi olurdu?
“…” Gerçekten ne desem boş üç adet nokta dışında.
“…” güzel bir isim olurmuş, bir pazarlamacı olarak çok yaratıcı buldum bunu ! Peki beni yürekten vurdu dediğin tiyatro oyunu?
Aslında izlediğim ya da okuduğum döneme göre değişkenlik gösterdiğini düşünüyorum, bir oyun bir oyuncuyu pek çok anlamda farklı farklı açılardan yürekten vurabilir, bazısı oynamak isteyeceğin bir rol barındırabilir, bazısının dialogları, bazısının hikayesi, bazısının şiiri, bazısının rejisi, bazısının oyuncusu ..of zor sorular bunlar…
🙂 Ruhunu, beynini, gönlünü rahatlatan şarkı/sarkılar?
Beady Belle’in tüm şarkıları, Schubert ve nedense Coltrane.
Son bir yılda okuduğun, dinlediğin, izlediğin oyun, film, kitap, konserlerin tamamını, gittiğin sergileri bir düşün. 3 isim ver bize. Tamamı içinde seni en çok etkileyen 3 şey..
Hafızam kötü ve geçicidir sanırım en yakın zamandakiler kalacak elekte, Snarky Puppy. Edinburgh’da şu an adını hatırlayamayacağım tek kişilik bir kadın oyunu, Agora ( 2-3 sene önce izledim ama şimdi geldi aklıma hala da aklımda demek ki). En son okuduğum oyun kitabı, Terrence McNally’ninki. Kurtlarla Koşan Kadınlar’a başladım ama şu tempoda yavaş gidiyor.
Kurtlarla Koşan Kadınlar, benim de okuma listemde…Bize takip edecek, izleyecek, dinleyecek bir çok isim veriyorsun Defne. Öğrenecek, takip edecek çok şeyimiz var sayende. Peki devam edelim: Asla kaçırmam, muhakkak önden planlarım dediğin bir festival var mıdır?
Yok, ne zaman nerde olacağımı kestiremiyorum maalesef.
Yurt dışında izlediğin ve asla unutmadığın bir sahne eseri?
Bir takım müzikaller ve oyunlara rağmen, Frank Sinatra’nın hayatını, şarkılarıyla anlatan bir “revival show” izlemiştim, dijital yerleştirmeleri, müziği, ışığı, hareketi ve insan öğesini o kadar organik kullanmış bir başka canlı deneyimim olmadı. Bir de Dimitris Papaioannou’nun işlerini isterim ya rabbim.
Sahneyi seçmeseydin ne olurdun? Hiç düşündün mü?
Arkeoloji ya da sanat tarihi alanında akademik kariyer beni yakalardı herhalde.
Burcun, yükselen burcun nedir? İnanır mısın az da olsa astrolojiye?
Yengecim, ama yükselenimi hatırlamıyorum, bazı gün inanasım gelir eğer boş zamanım varsa.
Peki aşk?
Zart diye çıkar, mavinin mavisini, havanın kokusunu, dinlediğin müziği, mevsimi filan değiştiriverir, üşümek bile tatlı gelir mi? (Bana gelmez de normalde) Bir bakmışsın yaz akşamı rakı sofrasında hayatla muhabbettesin:) insanoğlunun en büyülü özelliği. Ay olmadık insana böyle laflar ettirip de rezil eder işte tam olarak böyle bir şey 🙂
Müthiş bir aşk tarifi oldu ama Defne. İyi ki sormuşuz 🙂 Yemek yapmayı sever misin? Takip ettiğin bir alan mıdır?
Yemek yemeği severim, ama yemezsem unuturum, depresyondaysam yer ve kilomu da alırım. Kendim için değil ama sevdiklerim için yemek yapmayı çok severim, özenirim çok, yani yemek benim için hayatta kalmak adına gerekli ama sevdiklerimle birlikteyken lezzetli ve değerli.
İstanbul’da kendini rahat hissettiğin, nefesini açan yerler?
Acil durumlarda Yıldız Parkı, Moda sahili ve devamı, Gülhane Parkı, Eminönü, Karaköy, Fındıklı ve Bebek’e kadar olan sahil hattı, sık sık yürüme parkuru olarak değerlendirdiğim ve hep iyi gelen yerler.
İstanbul dünya olsaydı, kültür başkenti hangi ilçesi, semti olurdu? Neden?
Beyoğlu ve Fatih ya da Tarihi Yarımada diyelim, Neolitik dönemlerden bu yana katman katman kültürün üst üste biriktiği bir bölge, bildiğimiz kadarıyla hiç tam olarak terkedilmemiş ve hep yaşamış ve yaşanmış alanlar bunlar. Biz değerini biliyor muyuz hayır tabi.
Türkiye’de gitmeyi sabırsızlıkla beklediğin, sevdiğin o tatlı tatil köşen?
Bodrum!
Şu an yurtdışına gidebilirsin, şu dakika hatta, seç bir yer desek?
Londra.
Ülkede sanat konusunda ne durumdayız?
Kötü ve iyi. Ya da olması gerektiği gibi sanırım, sanat içinde bulunduğu toplumdan ve dönemden bağımsız düşünülemez, ama asla tam olarak da bastırılamaz ve yok edilemez. Baskı dönemlerinde özüne sahip çıkan, gerçek derdi çok daha fazla olan işler üretilir, bizde de nispeten öyle. Kalabalıklara ulaşabiliyor mu bu işler tabi ki hayır, hiç bir zaman devlet ideolojilerinin desteklemediği işler üretildikleri dönemlerde kalabalıklara ulaşamamış zaten ama tohumlar ekildiği düşünüyorum. Küçük, narin ama samimi ve gerçek tohumlar, pek çok alanda. Çoğundan haberimiz bile yok ve olmayacak. Ama sanırım insanın, insan üretiminin doğası bu. Büyük sahneler kapandı ve pek çok alternatif sahne, grup ortaya çıktı, pek çok yerli metin yazılıyor. İyiler mi? Haddime değil, ama arayış içinde olmanın, “benim de söz söyleme hakkım var” diye ortaya çıkmanın, iyi ya da kötü, deneyimli ya da deneyimsiz faal olmanın, üretmenin değeri yadsınamaz.
Ülkenin sanata yatırım yapanlar arasında hangi kurumları baskın buluyorsun?
Baskın derken dayatmacı bir tavırdan mı bahsediyoruz? Sanırım bunun cevabını hepimiz her gün iptal edilen etkinliklerden, uzaklaştırılan sanatçılardan çıkarabiliriz.
E tabii bugün artık Türkiye’de sanat diyorsak, hemen ardından aklımıza “dayatmacı” tavır geliyor. Haklısın. Maalesef haklısın..
Ama ben buna rağmen, bu alışılagelmiş dayatmacı tavra rağmen, pazarlama, kurumsal iletişim kanallarında aksi yönde bir çizgi izleyerek bu alanda gerçekten hami gibi davranan, destek veren ve bir şeylerin ilerlemesine ön ayak olan kurumlardan bahsediyorum.
Her türlü koşula rağmen çizgisini bozmayan, etkin kurumlardan bahsedecek olursak, Aksanat, çocuk tiyatrosunu yaşatmak için oldukça fazla çaba sarf ediyor, pek çok kente, imkanı olmayan çocuklara ulaşmaya çabalıyor. Zorlu PSM’nin eleştirilecek pek çok yanı olmakla birlikte, müzikal tiyatroyu hayatlarımıza sokma konusunda diretmesinin değerini göz ardı etmemek lazım. Satış politikaları eleştirilir ayrıca, ama benim alanıma denk düştüğü için müzikal tiyatronun ülkemizdeki kalite çıtasını, uzmanlaşmış teknik kadrosuyla (ki bu ülkemizde çok göz ardı edilen bir kısım değerli insan demek) gerçekten yükselttiğini söyleyebilir ve bu konuda hakkını teslim edebilirim. Ülkenin önde gelen ailelerinin plastik sanatlar alanındaki hamilikleri de unutulmamalı.
Türkiye’deki sanat eğitimini dünyadakiyle karşılaştırır mısın? Eksiği fazlası nedir?
Bizde uzmanlaşma yok. Sadece ışık tasarımı, sadece dekor tasarımı, sadece uygulama yapan ehil insan sayısı az. Ve büyük kurumlarca ya bağlanmış ya da iş yükü yüzünden gerçekten başka işlere zaman bulamadıkları gibi insan yetiştirmede de usta çırak ilişkisinden öteye gidemiyoruz. Kalıcı ve kolay ulaşılabilir bir yazılı kaynak, literatür depomuz yok. Depodan kasıt bir mekan değil, bir külliyat. Uygulama alanlarımız yok, öğrencilerin deneyim kazanacakları yarı profesyonel, kurumlar ve okulların işbirliğinde gerçekleştirilecek uygulama alanları yok. Var ama yok, yani çok az ya da sadece belli hocaların özel çabasıyla ele geçen fırsatlar yaratılabiliyor. Yurt dışı ile bağlantılı işler, karşılıklı alışverişler son yıllarda yine özel çabalarla gelişmeye başladı.
Sanat eğitimlerimizde kurumsallık yok, belli bir standart yok, yabancı kaynak takibi az. Bunun yanı sıra kendi kültürümüz ve geçmişimizle ilgili bilimsel kaynak yine az. Kayıt tutan bir kültürden gelmediğimiz için pek çok değerimiz kayıp veya eksik bilgilerle bir yapbozun parçaları gibi bulanık. Eski ustaların çıraklarına aktardıkları kadar bir nevi. Analitik ve bilimsel yaklaşımların sanat eğitiminde yer alma gerekliliği tartışılırken ülkemizde, bedenle, sesle, psikolojiyle, sosyolojiyle, kısaca insanın kendini ve dünyayı anlamak için ürettiği bütün bilimlerle ilişiğini, sanata gelince kesmesi fikri, bana tembellik gibi geliyor.
Kimyanın nasıl işlediğini merak etmeden ya da elimi neden bu duyguda öyle değil de böyle uzatmak ihtiyacında olduğumu merak etmeden en fazla sözleri tekrar ederiz gibi geliyor sahnede. Ben insana, hayata dair neyi ne kadar biliyorum da tekrar canlandırmaya kalkışıyorum. Yetenek karanlık bir alan, ya var ya yok, hatta belki adı yetenek değil de güdü ya da empati, ne derseniz deyin; nasıl işlediğini bilmediğiniz, denklemini çözmediğiniz sadece çalıştırdığınız bir mekanizma. Anahtarını kullanmayı bilmeden, her seferinde aynı ışıltıyla çalışacağına nasıl emin olunuyor? Benim için çok keyfi ve anlık bir mekanizma. Bir hocam bana ve İspanyol arkadaşıma, “siz Akdenizlilerde; sahnede var olma, meydan okuma, tavır kendiliğinden var, sahicisiniz ama ancak istediğinizde ve hazır olduğunuzda, yetenek geliştirilebilir bir şey değil ama teknikle sınırlarınızı geliştirebilirsiniz” demişti. O Zaman çok kafama yatmıştı, hala da bakıyorum; yatmakta. Kısacası yetenekli milletiz galiba bazı anlamlarda ama sırtımızı ona dayaya dayaya nereye kadar.
Bu arada, son yıllarda bu konuda şahane kaynaklar çevrildi, şahane atölyeler ve hocalarla buluşma şansları elde edildi ülkemizde, bunu da buradan duyuralım. Yani uyanışlar, kıpırdanmalar, elindekiyle yetinmeyip meraklanmalar var, umut var, üretim var.
Aslında birçok sey önemli ve yol gösterici mesaj ve ipucu verdin. Yine de genç sanat meraklılarına aktarmak istediğin son bir şey var mı?
Merak etmeye devam ettikçe sorun yok, merak ve araştırma bitti mi korkmak gerek, son ana kadar çok da bir şey bilmediğimizi kabul etmek lazım.
Biz vakit ayırdığın için çok teşekkür ederiz Defne. Başarılarını gururla takip edeceğiz !
Ben teşekkür ederim.