Şu an bulunduğumuz sayfa Ana sayfa » Genel » La La Land: Sihirli ve Renkli Bir Modern Zaman Müzikali

La La Land: Sihirli ve Renkli Bir Modern Zaman Müzikali

by Pınar Akçay
0 yorumlar

Sinemadaki diğer insanlar gibi Namık da hemen hareketlendi, toparlanacak gibi oldu. Kolunu tutup “Dur!” dedim Namık’a, “Hemen kalkmayalım, biraz dinleyelim.” Temizlikçiler ve görevliler bir sonraki seans için telaşla etrafı toparlama endişesinde olmasalardı, biraz daha kalır ve jenerik boyunca dinlerdik. 

Çoktan beynime kazınmış notaları mırıldanarak çıktım salondan.

Sihirli Filmlere Yeni Bir Müzikal Eklendi: Koca Kalpli Bir Hikaye

Her şeyiyle, kelimenin tam anlamıyla “güzel”, akılda kalıcı ve tadında bir müzikal film izlemek istiyor musunuz? İşte, La La Land ( Aşıklar Şehri) böyle bir film! Bir büyü! Bir sihir! Bir aşk filmi! Sadece romantik aşktan bahsetmiyorum : Genel olarak bir AŞK filmi ve aşık olunacak bir film. Pamuklar var bu filmde. Bulutlar var. Biraz Singin’in the Rain var. Hatta biraz Mary Poppins bile var. Rasathanede geçen, gökyüzünde fokstrot yaptıkları o sahnede ben işte o “sihir“i hissettim. İzleyen anlayacaktır !

Adeta bildiğiniz bütün şarkıların, bütün melodilerin, bütün dans figürlerinin, bütün hislerin, bugünün dünyasında ve bugünün sorunlarıyla büyük bir potada harmanlandığını düşünün. Elde edilen, naif, ılımlı, zarif ve yoğun renklerle bezeli görsel bir şölen. Koca kalpli, insanın yüreğine dokunabilen bir hikaye.

Ben bir film eleştirmeni değilim, bu da bir eleştiri yazısı değil.  Ama bir şekilde müziğe aşık, bir miktar müzikal eğitimi almış, az biraz sahne tozu yutmuş, çevresi bu aşkla yanıp tutuştuğu için büyük riskleri göze alıp müzikalin meslek olarak içinde bulunmayı tercih etmiş arkadaşlarla çevrili bir kızım sadece. Biraz da görselliğe düşkünüm. İşte, bu gözle, bir müzikal sever olarak neden La La Land’i sihirli bulduğumu anlatmak istedim.

Öyle hemen içinizden “Vallahi ben müzikal sevmiyorum!” diye geçirmeyin !  Bilmeden sevmemek olur mu? Olmaz!

Önce filmin  genel bir kaç özelliğinden bahsedeyim: Yönetmen, Damien Chazelle. Onu çoğumuz, 29 yaşında yaptığı ilk filmi Whiplash ile tanıyoruz. Tamamen, müzik, müzisyenliğin acımasız disiplin ve ego dünyasında varoluş üzerine kurulu bir filmdi ve çok etkileyiciydi. Chazelle, daha bir çok başka benzer temalı filmlerle hayatımızda olur, umarım. Sanat, müzik temalı hikayeleri daha uzun zaman kalplerimize dokunur umarım.

Damien Chazelle

Müzikler ve orkestrasyonun arkasındaki isim, Justin Hurwitz. Chazelle’in Whiplash’te de beraber çalışmayı tercih ettiği isim. Haksız mı? 🙂

Emma Stone, Ryan Gosling, Rosemarie DeWitt, John Legend, JK Simmons oyuncular arasında.

Ryan-Emma İkilisi Yeni bir Efsane İkili Olmaya Aday

Güzeller güzeli, zarif ve tatlı Emma Stone, Mia rolünde. Mia, Hollywood’da çalışanların ve yıldızların takıldığı bir kafede barista ama asıl hayali oyunculuk ve ardı arkası tükenmeyen bir hızla denemelere katılıyor. Profesyonel denemeci !

Mia rolünde Emma Stone

Karizmatik, zarif ve etkileyici Ryan Gosling ise Sebastian’ı canlandırıyor. İdealist, inatçı, bence takıntılı, klasik caza ve müziğe aşık bir müzisyen. Aklında efsanelerin sahne aldığı bir mekan var: Van Beek Studios. Artık kapanan bu kulübü almak ve “Chicken on a Stick” adıyla yeniden açıp efsanelerle anılacak klasik bir caz kulübüne dönüştürmek istiyor. Sürekli takip halinde. Mekanın eşyalarını falan topluyor. Tabii ki hayatını sürdürebilmek için istemediği şekilde müzik yapıyor.

Ryan Gosling, Sebastian rolünde

İşte aşk, bu iki kişi arasında başlıyor. Hayaller ise başta bu iki kahramanın olmak üzere, hemen hemen hepimizin hayalleri desem çok da abartmamış olurum. Çünkü istediğine kavuşmak ve başarı hepimizin hayali.

Hayal kırıklıkları, başarı, başarısızlık, beğenilmek, yalnızlık, ilişki, fedakarlık, inanç, hayallerin peşinden gitme, inandığın değerler için yaşama, aşk, aşık olma, eğlenme, pes etme, çabalama, bazen inandığın şeyler için inanmadıklarını yapmak zorunda olma, yuva, ait olma kavramlarına samimi bir bakış açısı var. Sorunları olan ve bunlarla boğuşan, hayallerini gerçekleştirmeye çalışan iki sanatçının günlük hayatın gerçekleriyle örülü çıkmazları ve denemeleri hepimize tanıdık gelecek. Bunun için illa birer sanatçı olmak zorunda değiliz. Özünde herkesin beğenisi kazanan olay da işte bu insana özgü durum.

Emma ve Sebastian The Lighthouse Cafe’de

Müzikal, dans, müzik ve oyunculuğun kombinasyonudur. Klasik bir müzikal filmi için bence bu üçünün de eşit oranda ortalığı yakıyor olması gerekmiyor. Söz konusu olan bir canlı performans ise aynı şeyi söyleyemem ama söz konusu olan bir sinema filmi ise birinin çok güçlü olması, diğerlerinin de iyi olması yeterli. Bu filmde de bunu görüyoruz. Mühim olarak baştan sona her detayıyla en doğru kombinasyonu bir araya getirmek. Yapım, bu açıdan da müthiş.

Emma Stone ve Ryan Gosling arasında bize de yansıyan bir kimya var. Birbirlerine ciddi anlamda yakışıyorlar. Ryan ayrı tatlı, Emma ayrı tatlı. Daha evvel de beraber oynamışlardı ama bu film ikiliyi başka bir boyuta taşıdı.

Yeni bir efsane çift mi geliyor acaba diye düşünür müsünüz sizde bilmiyorum 🙂 Tamam belki bir “Ginger ve Fred” olmayabilirler ama modern, ılımlı ve tatlılar. Bence ne onların ne de yönetmen ve müzik direktörlerinin böyle bir iddiaları da yok. Çünkü onlar Ginger ve Fred idi, bunlar Ryan ve Emma. Tamamen kendilerine ve rollerine özgünler. Yani evet, sesleri devasa bir güce sahip değil. Birisi Julie Andrews ve ya Rita Hayworth ağırlığına ve çarpıcılığına sahip değiller. Bir Gene Kelly de değiller. Ama bence doğrusu da bu! Tüm bu performansları kendilerince yorumlarıyla hayata geçiyor. Biraz naif ve kırılganlar ama her sanatçının, her müzikal performansının da ağır, hacimli, çok güçlü olmasına gerek yok. Bazen fısıldayarak en güçlü satırlarımızı ve melodilerimizi adeta ışık hızıyla karşı tarafa geçirebiliriz. Bazen sadece 1 oktavlık ses, güçle ve sükunetle kontrol edilen bir oktavlık sakin bir ses, 4 oktav genişliğine varabilen 10 kat güçlü gürül gürül gürleyen o sesin etkisinden daha iddialı olur.

3-4 ay boyunca her gün dans dersi almaları ve çalışmaları için Ryan Gosling, “ön hazırlık sürecinde her gün müzik yapmak ve dans etmeyi öğrenmek ömürlük bir deneyimdi” demiş. Gerçekten çok eğlenceli ve büyük bir deneyim. İnsan derinden özeniyor. Biliyorum ki tüm müzikal tutkunu arkadaşım da böylesi bir çalışma deneyimi için derin bir istek duymuştur.

Dikkat Çeken Çok Detay Var

Filmde dikkat çeken onlarca detay var ama bazı şeyler çok baskın. Örneğin bu filmde bir renk patlaması var. Baskın, azami canlılıkta, tok renkler kullanılıyor. Bolca kırmızı, sarı, mavi ve yeşil görüyoruz. İlk dikkatimi çeken şey bu olmuştu.

Filmde hemen her şey çok dinamik, enerjik, çok zengin ve kalabalık.

Sık sık klasik Holywood müzikallerindeki renkleri, sahneleri ve anları yakalıyoruz ama bugünde, daha gerçek, daha rahat bir şekilde ve yormadan. Yani her şey, dekorlar, kostümler, danslar, saçlar, sahneler… Her şey eski ama çok yeni. Hafif bir retro. Bolca, güneşli, renkli Los Angeles’ın bol ışıklı bir yansımasını görüyoruz.

Bence müzikler iyi. Çok etkileyici. Kesinlikle kulakta hızla yer ediyor ama basit değil, zarif.  The Lighthouse Cafe sahneleri çok güzel. Ancak orijinal tema çok içten, çok sıcak, ben tutuldum, ruhuma değdi. Uzun zamandır herhangi bir eseri, filmi izledikten sonra eve gelip hemen o eseri dinlememiştim. Bu açıdan da güzel oldu. Şarkılar çoktan Spotify listelerime dağıldı.

Cazın Geniş Kitlelere Anlatımı için La La Land

Caz için süper bir anlatım var bu filmde. Bu film, “cazı sevmiyorum” diyenler için güzel ve tokat gibi bir yanıt. Bilmeden, denemeden, klişe yorumlarla cazı sevmemek, bana hep tuhaf gelmiştir. Oysa caz, bence en sevilebilecek müzik türü. Sebastian, Mia’ya “görmediğin şeyi bilemezsin, sevemezsin, anlaman lazım, hikayesini görmen lazım” diyor. Katılıyorum. Aynı şey müzikal için de geçerli. Bu film, müzikali sevmeyen bir kitleyi hedeflemiş diye duydum. İyi olmuş o vakit! Yormadan, zorlamadan, dozunda bir deneyim. Eminim, müzikallerle dalga geçen, pek ilgilenmeyen arkadaşlarımızın hoşuna gitti, gidecek. Öte yandan, müzikalleri sevmeyen saf sanat bağımlısı bir kitle var, onlar ne düşünür bilemem! Çok da ilgilenmiyorum 🙂

John Legend, Keith karakterini canlandırıyor. John Legend’ın filmde yer alması çok iyi olmuş: Kendisi, sesi ve müziği, en modern dokunuş olmuş. Müthiş bir tamamlama. Çünkü meseleyi aşırı derecede modernleştiriyor, çağa taşıyor. Müthiş güzel bir sürpriz.

Bir sahnede, klasik caz konusundaki ısrarcı tavrı için Sebastian’a cazın gelecekle ilgili olduğunu, “Thelonious Monk devrimciydi, bu kadar geleneksel olarak nasıl devrimci olacaksın? Gençler nerede? Cazı gençler dinlemezse nasıl bilecekler?” diyor. Çok doğru.

Açılış sahnesi çok etkileyici. Dev bir otoyolda, güneşli bir Los Angeles gününde, trafikte sıkışmış binlerce arabanın birinin şoförü başlıyor derdini anlatmaya. İnsanın dikkatini ilk anda süper canlı renklerin kullanımı çekiyor. Sahne sonunda gerçekten devasa bir senkron görüyoruz.

La La Land Açılış Sahnesi

Emma-Ryan ikilisinin tüm dans sahneleri çok güzel.Yüzümdeki kendinden geçmiş ifadeyi ve gülümsemeyi görmeliydiniz. Her dans sahnesini ayrı sevdim. Tepedeki ilk dans ve tap, rasathanedeki fokstrot, bitirişteki danslar.. Hepsi ayrı ayrı tatlıydı.

The Lighthouse Cafe’ de geçen bir sahnede «klasik boks taktiğiyle hayata geri vurmak” diye bir laf vardı. Bir Muhammed Ali atfı oldu inceden 🙂 O lafı sevdim 🙂

İskeledeki “City of Stars” sahnesinde zevcesi olduğunu sandığımız hanımla dans eden Sebastian’ı uyaran amca bende bir başka gülümseme sebebi oldu.

Rialto’da Asi Gençlik izlerken el ele tutuşmaları aşırı romantik, bence etkileyici bir sahne. Tabii sürprizi de komik 🙂

Ryan’ın gerçekten de piyano çalması benim için bir sürpriz.

“The Fools Who Dream” sahnesi bende canlı performans bir müzikal hissiyatı yarattı. Metinden şarkıya son derece yumuşak ve usul bir biçimde geçilmesi etkileyiciydi.

Bitişe yakın “o an” insanın kalbini cız ettiriyor.

Bitişteki o klasik Hollywood müzikalleri resimlemesi de etkileyici.

Audition yani denemelerin acımasızlığı, bazen saygısızlık boyutundaki tutumlar yürek burkucu! Sanatçıların disiplinleri ve inanmış adanmışlıkları, bir kez daha gözümüzün önüne seriliyor. Bu derin disiplin ve egoyla bezeli zorlu yolculuk beni hep etkiliyor.

Bolca Atıf, Çok Sayıda Adresleme Yakalanabilir

İkilinin, başrollerinde James Dean ve Natalie Wood’un oynadığı “Rebel Without A Cause” , Türkçe ismiyle Asi Gençlik filmini izledikleri Rialto Tiyatrosu, South Pasadena’da yer alan gerçek bir salon ve bugün sadece özel partiler için kullanılıyormuş. İkilinin filmden sonra gittiği Griffith Rasathanesi’ni bu filmle bir kere daha görmüş olduk. Ancak içi diye gördüğümüz yer başka bir gözlem evi veya planetaryum olabilir, bundan emin değilim. Net bir şey bulamadım. Bilen varsa beni de aydınlatsın 🙂

The Lighthouse Cafe de gerçekten var. Efsane bir caz kulübü.

Mia’nın odasındaki duvarda dev bir Ingrid Bergman portresi var. Zaten filmde de ara ara başrollerinde Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın oynadığı sinema klasiği Kasablanka’ya atıfta bulunuluyor.

Efsane cazcıların isimleri geçiyor.

Los Angeles’ın havuz partileri meşhurmuş mesela. Filmde de VIP bir akşam partisiyle eğlenceli bir gündüz havuz partisi gördük.

Bu film, fark ettiğimiz kaçırdığımız tüm detaylarıyla tekrar tekrar izlenmesi gereken bir film. Kesinlikle tavsiye ederim.

TÜM HAYAL EDENLER ŞEREFİNE…


Alakalı Yazılar