On ne voit bien qu’avec le coeur. L’essentiel est invisible pour les yeux. ( İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.
Hani bazı sinema filmleri vardır… “Bin kere izlesem bıkmam” dersiniz. Belki siz açıp izlemezsiniz. Fakat ne zaman denk gelirseniz, gözünüz, kulağınız, gönlünüz takılır, biraz vaktiniz varsa o filmi sanki hiç izlememiş gibi heyecanla, hevesle ve merakla izlersiniz. Benim bu tanıma uygun bir sürü sevdiğim film var. Listem bir hayli uzun. Bugün bahsetmek istediğim film şeker tadında, müthiş bir işçilik ve zeka ürünü olan bir animasyon filmi: Küçük Prens veya orijinal adıyla Le Petit Prince (The Little Prince)
Dessine-moi un mouton/ Bana bir koyun çiz
Bu film, gerçek bir görsel şov.
Bilmeyenler için eser hakkında hemen bir özet paylaşayım:
Küçük Prens (Le Petit Prince), Antoine de Saint-Exupéry‘nin 1943’te kaleme aldığı ikonik ve efsanevi eseri. Kendisi 2.Dünya Savaşı sırasında orduda pilot olan Saint-Exupéry, 1935’te Sahra Çölü’ne düşüyor, 4 gün sonra bir Bedevi tarafından kurtarılıyor. 1944’te ise Fransa’dan havalanıyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor. Küçük Prens, dünyadan en çok okunan kitaplardan biri. 250’nin üzerinde dile ve lehçeye çevriliyor ve 150 milyondan fazla satıldığı tahmin ediliyor. Küçük Prens her okunuşunda insana farklı şeyler hissettiren bir kitap. İnsanın içi burkuluyor, insanın büyürken neleri kaybettiğini ve büyüklerin dünyasında ne tatsız alışkanlıklar geliştirdiğimizi hatırlatıyor. İlk anda!
Okudukça bir çok şey anlattığını görüyorsunuz. Bu sapsarı saçlı ve şalı rüzgarda uçuşan küçük oğlan, gezegeni, gülü, gün doğuşu, gün batışıyla, tilkisi, baobapları, yılanı, koyunu, fili ve şapkası, çölü, iş adamı, kendini beğenmişi ve kralı ve tüm diğer karakterler… Her biri bir çok şeyi temsil ediyor. Bunların ve hikayenin ne kadar derin olduğunu, bu inanılmaz basit görünen anlatımın arkasında ne kadar derin bir mevzunun yattığını ancak tekrar okuyunca anlıyorsunuz. Merak edenler, okumalılar.
Bu film, Küçük Prens’in ilk animasyon uyarlaması. Yönetmen koltuğunda, Kung Fu Panda’nın yönetmenlerinden biri olan Mark Osbourne var. Bana göre bir sanat eseri.
Hikayenin merkezinde küçük bir kız var.
Kızın annesi çalışan bir kadın. Kızının çok iyi bir okula girmesini istiyor. Bu nedenle, kızına katı bir çalışma programı çiziyor ve bunu sert bir disiplinle uygulamasını istiyor. Oysa küçük kız çok yalnız. Taşındıkları yeni bir evde tesadüf eseri yan komşuları olan yaşlı pilotla tanışınca, tüm çalışma programı alt üst oluyor. Küçük kız neredeyse adeta dedesi yerine koyacağı bu çılgın ve ilgi çekici kahramanla arkadaş oldukça hayatıyla birlikte hayata bakış açısı da tamamen değişiyor. Pilot, küçük kıza el yazması bir hikaye veriyor. Ekranda gördüğümüz bu sayfalardaki çizimler, kitaptan bildiğimiz orijinal Küçük Prens çizimleri. Saint-Exupéry’nin bizzat kendisinin çizdiği resimlerle aynı.
İşte, bu öyküyle birlikte hikaye gerçek anlamda iç içe giriyor. Konsantrasyonu bozuluyor diye hikayenin yazılı olduğu bu sayfaları çöpe atan ve pilotla görüşmesini yasaklayan annesine rağmen, küçük kız bir kere bu dünyaya adımını atmış bulunuyor. Sonrasında ise bize bu iç içe geçen, sıcak ve son derece temiz bir dille aktarılan hikayede çok önemli gerçekleri hatırlatıyor. Kimi zaman yüreğimiz cız ediyor, kimi zaman içimiz burkuluyor, kimi zaman kızıyoruz, kimi zaman anlıyoruz, kimi zaman farkediyoruz, kimi zaman gülümsüyoruz, arada gözlerimiz doluyor, ağlıyoruz, arada kıkırdıyoruz. Kendi kendime kaç kez “Ya evet, bunu hiç böyle düşünmemiştim” dediğimi bilmiyorum.
Bu işin arkasında bundan evvel onlarca güçlü animasyon efsanesinde çalışan karakter tasarımcılarıyla dev bir animasyon ekibi var. Bütçesi çılgın bir rakama tekabül ediyor diyorlar.
Dünya içinde dünya
Hikaye yeniden yazılmış. Ancak ana hikayeye dokunulmamış. Günümüz dünyasında yaşayan yeni karakterler eklenmiş. Ancak resmedilişlerinde orijinale tamamen sadık kalınmış. Nasıl mı? Küçük kız bilgisayarda elde edilen bir animasyon ürünü. Küçük kızın içinde yaşadığı dünya da öyle. Bilgisayarda eldi edilmiş üç boyutlu, canlı bir dünya. Ancak Küçük Prens’in dünyası ve onun dünyasındaki karakterler, tamamen yazarın kendi çizdiği versiyonlara sadık kalınarak yaratılmış. Küçük kızın dünyasındaki Küçük Prens ve dünyası, masalımsı bir görüntüye sahip ve orijinal havasını koruyor.
CG, 3D, Papercraft ve Stop-Motion
Burada “papercraft” sanatı (bence sanat 🙂 ) ve “stop-motion” tekniği bir arada kullanılmış. Benim asıl hoşuma giden şeylerden biri bu oldu. Küçük Prens’in dünyasında kendisi de dahil olmak üzere her karakter bir kağıt ürünü. Çizilmiş, boyanmış, kesilip biçilmiş onlarca ögeden bahsediyoruz. Şalı, tilkisi, gülü, kendini beğenmişi.. Her şeyiyle kağıt objeler. Kağıttan bir dünya. Her sahneyi özel ışıklar eşliğinde fotoğraf makinesiyle binlerce kare olacak şekilde çekiyorlar. Sonra bu binlerce kare birleştiriliyor ve işte ekranda gördüğümüz bu gerçek anlamda aşık olunası, masalsı görüntülerle animasyonun içindeki dünyadan ayrıştırılan ikinci bir dünyaya şahit oluyoruz. Bu dünyada, okuduğumuz Küçük Prens’i adeta yaşıyor ve görüyoruz. Üstelik iki dünya arasındaki geçişler o kadar güzel sindirilmiş ki anlatamam. Üstelik filmin bize büyük bir sürprizi var ama onu da izleyin de görün artık.
İki öykünün iç içe geçmesi, bu güzel senaryo, bu senaryonun realizasyonunda 2 ayrı teknik kullanılması ve bu müthiş işçilik başlı başına övgü sebebi.
Hans Zimmer ve Camille efekti
Bu filmde çok önemli bir unsur daha var: O da müzikler. Müziklerin arkasında Hans Zimmer var. Orijinal film müzikleri listesinde Türkiye izleyicisinin Ratatouille‘dan aşina olduğu Camille var. Hans Zimmer efsanevi bir müzisyen. Zaten hemen müziklerle hikayenin büyülü dünyasına çekiliveriyorsunuz.
Seslendirmede iddialı isimler var
Ayrıca ben her seferinde Fransızca versiyonunu izlediğim için seslendirmeye de aşık oldum. Küçük Prens “Dessine-moi un mouton/ Bana bir koyun çiz” dedikçe sarı saçları rüzgarda uçuşan tatlı bir erkek çocuğu görüyor ve adeta bu güzel kafalı çocuğu içime bastırasım geliyor. Fransızca versiyonunda bu sevimli sesin arkasında, kendisi de henüz bir çocuk olan Andrea Santamaria var. La Rose‘un yani Gül‘ün arkasında ise hem Fransızca hem İngilizce versiyonlarda yetenekli Fransız aktris Marion Cotillard var. Fransızca’sında pilotun sesi de gerçekten çok tatlı. Ünlü aktör André Dussollier pilotu evimizin çılgın ve karizmatik dedesi haline getiriyor. Tilki ise Vincent Cassel. Ünlü, çekici Fransız aktör aynı zamanda Monica Belluci’nin eski eşi ve La Haine‘in kahramanı.
İngilizce orijinalinde bu listede Mackenzie Foy, Jeff Bridges, Benicio del Toro, Rachel McAdams, James Franco gibi isimler mevcut.
Bu film her yaştan insanın birden fazla kere izlemesi gereken ve izlemek isteyeceği bir başyapıt bence. Bir klasik. Bir güzellik. Lütfen izleyin, izletin. Bir çocuk filmi gibi düşünmeyin. Alakası yok. Zaten bence bu öykü bir çocuk öyküsü değil. Okumak ve anlamak için büyüklerin dünyasına büyük olarak adım atmış olmak lazım. Çocuklar okusun, zaten çocuklar her şeyi okusun. Ancak anlamaları için büyümeleri gerek.
İyi seyirler…